Ufuk Aydın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ufuk Aydın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Temmuz 2016 Cuma

“KUŞAN YILLARIN YAPRAKLARINI”* DÜŞ YOLA






Ufuk AYDIN


Edebiyatımızda öykü türünün öksüz kaldığı söylenebilir. Söz gelimi, roman üzerine yüzlerce inceleme kitabı yayınlanmışken öykü türü bundan mahrum bırakılmıştır. Öyle ki, sırf öykü temalı dergilerde dahi bu incelemelere rastlamak oldukça güç. Hal böyle olunca, öykü hakkında yazmak ciddi bir risk barındırıyor içinde. Ya yazılanın hakkı verilemeyip yerden yere vurularak incitiliyor, ya da aşırı yüceltilerek sağlıklı  olabilecek bir gelişimin önü kapatılıyor. Aşağıda yapmaya çalışacağım değerlendirmelerin de az önce söylediklerimden muaf olduğunu iddia etmek doğru olmaz elbette.
Ümran Düşünsel, yazmaya, TRT İstanbul Radyosu'na “Radyo Tiyatrosu” yazarak başlamış. 2008’de, “Kimse Yüreğinden Öptü Mü Seni?” isimli şiir kitabı  yayınlanmış. (Baskısı tükenmiş.) Son olarak, öykülerinin bir kısmını derlediği Kırık Patika ile çıktı karşımıza (Ümran Düşünsel, Kırık Patika, Babek Yayınları, İstanbul 2015, 144 sayfa). En uzunu 12, en kısası -Şiir tadında- bir sayfayı aşmayan toplam 32 öykü var kitapta.
İki kez okudum kitabı. İlki ne yazmış diye, ikincisi ise nasıl yazmış diye.
İlk dikkatimi çeken dili oldu. Düşünsel’in kendine has bir dili olduğu tartışılmaz ve o dil, bu coğrafyanın diliyle örtüşüyor. Ancak karakterlerine de kendi dilini dayatmamış.
Modern zaman insanının doğayla ilişkisi, varlığının tartışılmasından ibaret bir hal aldı. Ayağımızın altındaki toprağın, başımızın üzerindeki göğün hissedilmediği bir dönemde ırmakları, kuşları, dağlar arasından uzanan patikaları aklımızdan çıkartıp atalı uzun zaman oldu. Kırık Patika’nın tam da böyle bir zamanda yazılması onu oldukça anlamlı ve değerli kılıyor. Yazılan 34 öykünün hepsine damgasını vuran, doğayı teselli veren bir dinginlik halinde sunması. Hemen her öyküde tabiatı hissetmek yaşadığımız keşmekeş içinde özümüze dokunma ihtiyacına kavuşturuyor bizi. Normalde fotoğrafın görüntüsüne ve yazının anlatısına alışkın olabiliriz ancak Kırık Patika’yı okurken her şey bir anda karmaşıklaşıyor ve biz yazının görüntüsüne, fotoğrafın anlatısına tanık oluyoruz. Zaman zaman fotoğraf netliğine ulaşan bir betimleme tutturuyor yazar, sonra da bulanıklığa, gölgelere baş vurarak flulaştırıyor anlatıyı. Tüm bunlarda Düşünsel’in fotoğrafçı kimliğinin de katkısı vardır kuşkusuz.
Doğa teması ağır basan dikkat çekici öykülerden birisi: “Yârimingözüdeğmiş.” Doğayı araçsallaştıran, ona dair olanı hiçleştiren insan evladının anlamlı olana geri dönüş çabasını simgeliyor bu öykü. Naz, adı kirletilmemiş hiçbir şey kalmadığı düşüncesinden yola çıkarak -Bir de sözlük oluşturup- doğayı yeniden adlandırmaya başlıyor. Güneşe, “yarimingözüdeğmiş,” toprağa “ana,” diyor örneğin. Boynu bükük tüm çiçeklerin adı: “Gülmenizyakın.” Onlara yeni isimler koyarken kirlenmenin insan kaynaklı olduğunun altını çiziyor kalınca. Zira rahatsız edici olan öz değil, artık özü ima dahi etmekten uzak olan isimlerdir.
Doğa betimlemelerinde aşırıya kaçmadan saf bir anlatım yolu izleyen Düşünsel, bana Japon şiir sanatı Haiku’yu hatırlattı. Haiku sanki olabildiğince öykülere uyarlanmış. Söz konusu şiirler için Tarkovski şu betimlemeyi yapar: “… Haiku’yu bu denli güzel kılan sonsuzluğa karışmadan önce yakalanabilen anın tekrarlanmazlığıdır.” Bu saf gözlemler aynı zamanda dilin damıtılması, süzülmesi ve arınmasına karşılık gelir. Haiku konusunda Kahyaoğlu ise, bu kısa şiir türünün içine kapanık, yabanıl insana bir muştu, bir ceza olarak kaldığını ifade eder. Kırık Patika’da doğadan kopan insana böyle bir ceza değil mi aslında?
Öykülerde politik olan biraz da geçmişin izi sürülerek anlatılmış. Toplum hafızasında kalıcı ize sahip olayları satır aralarında yakalamak mümkün. 2013 yılı Şerzan Kurt öykü ödülünü Türkçe dalında almaya hak kazanan “Ağaç Kurtları”nı buna örnek verebiliriz. İdam cezası infaz edilen  bir devrimcinin ardından alt üst olan hayatlar bulanık bir gerçeklikle verilmiş. Arkadaşı Yusuf’un idamından sonra, onun celladını bulup cezalandırmak Nezir’de saplantı haline gelir. Onu öldürüp intikam alacaktır. Tek gayesi budur yaşamında. Nezir’in yaşadığı psikolojik gerilim, cellat yerine vitrin mankenini astığı güne kadar sürer. O günün gecesinde asılan arkadaşını görür rüyasında. Yusuf, bembeyaz kâğıda sarılı kırmızı gülleri uzatmaktadır sevdiği kadına. Beyaz kâğıt “barış”ı, kırmızı güller onun kana bulanmasını mı simgelemektedir bilinmez ama bu son, zihnimizde tüm gidişlerin simgesi haline gelir. Zamansız giden tüm o güzel adamlar, zamansız giden güzel kadınlara güller uzatacaktır bundan böyle.
Fotoğrafta olduğu gibi öykü ve romanda da “bulanıklık, bir alçak gönüllülük ve insancılık okuludur,” der Samih Rıfat. Fotoğraf da, öykü ve roman da bu yolla dünyanın görmek istediğimizden her zaman daha az açık seçik olduğunu anımsatır bize. Milan Kundera bunu, “belirsizliğin bilgeliği,” olarak kodlamıştır. Bu noktada Düşünsel’in bulanıklıktan yararlandığı, belirsizliğin bilgeliğini öykülerine başarıyla yansıttığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Zaten politik olanın yüksek sesle, bağırılarak aktarılması, onu, hayata dışarıdan dayatılan sanal bir gerçekliğe indirgeme tehlikesini içinde barındırır. Kaldı ki yaşadığımız topraklarda direnişin, politik olanın, ve yaşamın en sıradan hallerinin nasıl da bir bütün olduğunu hepimiz bilmekteyiz. Okuduğumuz öykülerde bu bütünlüğün olabildiğince başarılı yansıtıldığı çok örnek mevcut.
“O Saat Artık Çalmayacak” öyküsünde olduğu gibi doğa betimlemelerinin ve politik alanın biraz geri çekildiği, yerini gündelik yaşama bıraktığı öyküler de mevcut kitapta. Sıradan olanın estetik erdemlerini hatırlıyoruz bu satırlarda. Güçlü bir gözlem ve sağlam bir kurguyla -sürpriz sonu unutmayalım- bu öyküler kitaba güç katmış.
Sonlara doğru “İpek Böceği Kozaları” ile başlayan ama aralarına zekice, soluk aldırma amaçlı yerleştirilmiş kısa öyküler olan altı öykü hem birbirinden bağımsız ve hem de bütün olarak okunabilir. Ayrıca hacimleri ve içerikleriyle kitaba ağırlık kazandırıyor. 1798’de Kırım’dan sürülen aileden kalan tek şeyle, altı adet ipek kozasıyla başlayan bu seri Toroslar’daki köy evinde Aşık Virâni şiiriyle noktalanıyor. Babadan kalma, yıllar önce terk edilmiş değirmeni yeniden faal hale getirmeye çalışan Şahin, bu çabasıyla geçmişin üzerindeki sisi dağıtıp ve kendisini ziyarete gelen arkadaşları Baran ile Sinan arasında gizli kalmış hesaplaşmayı da açığa çıkartıyor.
Belki öykülerin kitaptaki sıralaması farklı olabilirdi diye geçti aklımdan. Benimki kişisel bir tercih elbette.
Sonuç olarak Kırık Patika’yı okumak yolda olmak gibi bir duygu. Öyle hafifletici, öyle heyecan verici ve öyle sıcak. Üstelik bizi uzağa değil, aksine en yakına taşıyacak bir yol bu; kendimize!
______________
*Paul Celan