23 Mart 2018 Cuma

YÜZÜN EKSİK PARÇASI


"Vicdanı olan delirir!"

Böyle diyor Recep hazretleri! Galiba delirmeye teşne biri olarak, bu sözü etrafıma baktıkça hatırlıyorum. Benim, edebiyatla ilişkim okurluktur ve bu daha sıkı bir ilişkidir gibime gelir. Okuduklarımı yaşarım, izlerim daha çok da. Bazı kitapların kahramanlarıyla arkadaşlığımızın uzun sürdüğü de olur.

Daha birinci perdeden okuru içine çeken metin sayısı çok azdır. Yüzün Eksik Parçası bunlardan birisi bence. Baştan sona, kısa bir öykü yazılmış kadar titiz ve bütünlüklü bir örgü ile yazılmış. Hiç bir kopukluk, hiç bir düşüş yok akışta. İnsan, kısa bir öykü okuyor izlenimi ediniyor.

Romanın kapısını örümcek Moris açıyor ve kapağa ördüğü ağlarını kenara çekip kahramanlarını sahneye okuru da izlemek üzere içeriye alıyor. Moris’in, ağını her seferinde daha sağlam ve güzel örmesi gibi örmeye başlıyor Ümran da daha ilk paragraftan itibaren. Ümran, öyküde iyi bir usta. Kırık Patika, Hâlname/2016 ve Ay Portakalı adında üç öykü kitabı yayınlandı ve gerçekten de hepsi birer ustalık örneği. Kanaatimce ilk romanın bu kadar akıcı, çarpıcı olmasında öyküdeki rahatlığının, ustalığının etkisi var.

Okur, kahramanı ödüllendirir de cezalandırır da metinde. Bu, okurun okuduğu ile ilişkisidir. Bu romanda nerdeyse bütün kahramanları seviyor insan. Yüzün Eksik Parçası’nda, kahramanların tümü özenle seçilmiş, tümü ödüllüktür neredeyse. Futbol takımı olarak düşünse insan, Barcelona’nın as takımı gibi. Çok az metinde aykırı tipler olduğu halde bu kadar birbirini tamamlayan, bu kadar konsantre bir kahramanlar toplamı görülür. Sanki her biri diğerinin eksik yarısı parçası gibi bir bütünlük var.

Baştan sona bütün enstrümanların doğru zaman ve yerde doğru notaları çaldığı müzikal bir akışı var romanın. Bir tek detone cümle, rahatsız edici tek ses yok. Harika bir hafif müzik senfonisi gibi. Vurmalılar haddini bilmiş tellilerin yanında, üflemeliler arada köprü hep. Dalgaları da, yaprağı da, kedi mırıltısı ve ağacın çiçeklenmesi de aynı kadife tonlarla duyuluyor. Güzel bir ses senfoni. Bu da, okurun zihnini dinlendiren, okumaya hazırlayan bir usuldür. Okur ses, sesler eşliğinde geziniyor.

Öykülerinde kahramanlarını konuşturması bu romanda zirve yapmış. Kitabın üzerinde ismi olmasa, insan her kahramanı yazarın kendisi sanabilir. Her kahramanın kendine has dili olmasına karşın, o denli başarılı bir konuşturma. İnsan sadece dediklerini değil demediklerini de, iç seslerini de okuyor kahramanların. Müthiş bir gözlem ve düşünme yoğunluğu demektir bu. İyi bir fotoğrafçı aynı zamanda Ümran. Fotoğrafçıların gözlem yeteneği daha yüksektir ve sanırım bu romanda bunun da etkisi var. Moris’in ağları gibi usul usul ve ipeksi örülmüş. Böyle olunca da sanki bir seferde, oturup tek bir öykü yazmış gibi bütünlüklü bir metin olmuş diyor insan.

Faruk ve arkadaşlarının hayatı-pratikleri merkez alınarak sola ayna tutmuş Ümran. Politik cümle kurmadan sola bu kadar nitelikli eleştiriler yapmak ciddi bir başarı. Hem sıkı bir iğneleme ile eleştiri, hem kahramanlarının yekinip hayata yeniden dokunmaları ile de özeleştiri içeren sıkı bir metin. Bencilliğin, çıkarcılığın umutsuzluğun, duyarsızlığın toplumu mezarlık sessizliğine gömdüğü şu zamanlarda dayanışmanın, umudun, sevginin, güvenmenin nefes kadar gerekli olduğunu yüksek sesle salık veren bir metin olmuş.

Yazar yaratandır, vicdandır ama asla taraf değil bu romanda. Kahramanların karmaşık dünyasında hiç birinden yana değil, hiç birini yargılamıyor, hiç birinden yana toleranslı bir cümlesi yok.
Kahramanların her birinin rutini ve birbirleriyle ilişkisi çok akıcı, köşesiz kenarsız.

Recep, hayatın bıçkın yanı. Ucu kırık, kimseye batmayan ama her iki yanı jilet gibi kesen, ayna gibi bir hançer. Cengiz iyi bir proleter, açık bir meydan okuyuş. Ceren, masumiyet. Mösyö Faruk, kendi içinin aynaları ile kavgalı, yenilgilerini kırık ayna parçaları gibi toplayan ama bir dönemin tutanağı gibi duran biri. Harun yıkılmaz gizemli bir dağ. Firuzan dev ağacın gövdesi gibi, hem kırılgan, hem ipeksi bir karakter ama bütün ağrıları canında toplayıp boşluğa dağıtan bir anaç.... Firuzan denizi hem kabartıyor hem mevsimi ayaklandırıyor ama aynı Firuzan kendinde topladığı bütün enerjileri aynı adil duruşla dağıtıyor. Hayata kızgın bir sima sanacakken, hayatı doğurup sevdiklerine eşit pay eden bir bahara dönüyor aynı anda. Bu roman Firuzan’ın bu roman Firuzan.

Ayrıca, ülkenin değişen yüzünü Mösyö Faruk’un gözlerinden, Cengiz’in sesinden görüp dinliyor insan. Uzatılmadan, sündürülmeden, dozunda ve en önemlisi de didaktik tuzağına düşülmeden.
Kitabın finalini beklemeye gerek yok. Bir kaç final birden var kitapta. Gittikçe yükselen bir tempo, ama keskin ve ani değil su dalgası gibi yumuşak ve ipeksi.

 Firuzan’ın gidişi insanı bir trafoya bağlanmış kadar gererken kitabın finalin bahar olduğunu, bahar yumuşaklığında zirve yaptığını görüyor insan. Yaşar Kemal’in deyimi ile denizin dinginleşip “karıncanın su içtiği” suskunluğa erdiği hale geliyor.

Pencereyi açmak gerek, bahar dışarıda bekliyor yüzümüze dokunmak için. Harun yoldadır, yeni bir roman gelecek demektir pek yakında...

Hüseyin ARSLAN

1 Temmuz 2016 Cuma

“KUŞAN YILLARIN YAPRAKLARINI”* DÜŞ YOLA






Ufuk AYDIN


Edebiyatımızda öykü türünün öksüz kaldığı söylenebilir. Söz gelimi, roman üzerine yüzlerce inceleme kitabı yayınlanmışken öykü türü bundan mahrum bırakılmıştır. Öyle ki, sırf öykü temalı dergilerde dahi bu incelemelere rastlamak oldukça güç. Hal böyle olunca, öykü hakkında yazmak ciddi bir risk barındırıyor içinde. Ya yazılanın hakkı verilemeyip yerden yere vurularak incitiliyor, ya da aşırı yüceltilerek sağlıklı  olabilecek bir gelişimin önü kapatılıyor. Aşağıda yapmaya çalışacağım değerlendirmelerin de az önce söylediklerimden muaf olduğunu iddia etmek doğru olmaz elbette.
Ümran Düşünsel, yazmaya, TRT İstanbul Radyosu'na “Radyo Tiyatrosu” yazarak başlamış. 2008’de, “Kimse Yüreğinden Öptü Mü Seni?” isimli şiir kitabı  yayınlanmış. (Baskısı tükenmiş.) Son olarak, öykülerinin bir kısmını derlediği Kırık Patika ile çıktı karşımıza (Ümran Düşünsel, Kırık Patika, Babek Yayınları, İstanbul 2015, 144 sayfa). En uzunu 12, en kısası -Şiir tadında- bir sayfayı aşmayan toplam 32 öykü var kitapta.
İki kez okudum kitabı. İlki ne yazmış diye, ikincisi ise nasıl yazmış diye.
İlk dikkatimi çeken dili oldu. Düşünsel’in kendine has bir dili olduğu tartışılmaz ve o dil, bu coğrafyanın diliyle örtüşüyor. Ancak karakterlerine de kendi dilini dayatmamış.
Modern zaman insanının doğayla ilişkisi, varlığının tartışılmasından ibaret bir hal aldı. Ayağımızın altındaki toprağın, başımızın üzerindeki göğün hissedilmediği bir dönemde ırmakları, kuşları, dağlar arasından uzanan patikaları aklımızdan çıkartıp atalı uzun zaman oldu. Kırık Patika’nın tam da böyle bir zamanda yazılması onu oldukça anlamlı ve değerli kılıyor. Yazılan 34 öykünün hepsine damgasını vuran, doğayı teselli veren bir dinginlik halinde sunması. Hemen her öyküde tabiatı hissetmek yaşadığımız keşmekeş içinde özümüze dokunma ihtiyacına kavuşturuyor bizi. Normalde fotoğrafın görüntüsüne ve yazının anlatısına alışkın olabiliriz ancak Kırık Patika’yı okurken her şey bir anda karmaşıklaşıyor ve biz yazının görüntüsüne, fotoğrafın anlatısına tanık oluyoruz. Zaman zaman fotoğraf netliğine ulaşan bir betimleme tutturuyor yazar, sonra da bulanıklığa, gölgelere baş vurarak flulaştırıyor anlatıyı. Tüm bunlarda Düşünsel’in fotoğrafçı kimliğinin de katkısı vardır kuşkusuz.
Doğa teması ağır basan dikkat çekici öykülerden birisi: “Yârimingözüdeğmiş.” Doğayı araçsallaştıran, ona dair olanı hiçleştiren insan evladının anlamlı olana geri dönüş çabasını simgeliyor bu öykü. Naz, adı kirletilmemiş hiçbir şey kalmadığı düşüncesinden yola çıkarak -Bir de sözlük oluşturup- doğayı yeniden adlandırmaya başlıyor. Güneşe, “yarimingözüdeğmiş,” toprağa “ana,” diyor örneğin. Boynu bükük tüm çiçeklerin adı: “Gülmenizyakın.” Onlara yeni isimler koyarken kirlenmenin insan kaynaklı olduğunun altını çiziyor kalınca. Zira rahatsız edici olan öz değil, artık özü ima dahi etmekten uzak olan isimlerdir.
Doğa betimlemelerinde aşırıya kaçmadan saf bir anlatım yolu izleyen Düşünsel, bana Japon şiir sanatı Haiku’yu hatırlattı. Haiku sanki olabildiğince öykülere uyarlanmış. Söz konusu şiirler için Tarkovski şu betimlemeyi yapar: “… Haiku’yu bu denli güzel kılan sonsuzluğa karışmadan önce yakalanabilen anın tekrarlanmazlığıdır.” Bu saf gözlemler aynı zamanda dilin damıtılması, süzülmesi ve arınmasına karşılık gelir. Haiku konusunda Kahyaoğlu ise, bu kısa şiir türünün içine kapanık, yabanıl insana bir muştu, bir ceza olarak kaldığını ifade eder. Kırık Patika’da doğadan kopan insana böyle bir ceza değil mi aslında?
Öykülerde politik olan biraz da geçmişin izi sürülerek anlatılmış. Toplum hafızasında kalıcı ize sahip olayları satır aralarında yakalamak mümkün. 2013 yılı Şerzan Kurt öykü ödülünü Türkçe dalında almaya hak kazanan “Ağaç Kurtları”nı buna örnek verebiliriz. İdam cezası infaz edilen  bir devrimcinin ardından alt üst olan hayatlar bulanık bir gerçeklikle verilmiş. Arkadaşı Yusuf’un idamından sonra, onun celladını bulup cezalandırmak Nezir’de saplantı haline gelir. Onu öldürüp intikam alacaktır. Tek gayesi budur yaşamında. Nezir’in yaşadığı psikolojik gerilim, cellat yerine vitrin mankenini astığı güne kadar sürer. O günün gecesinde asılan arkadaşını görür rüyasında. Yusuf, bembeyaz kâğıda sarılı kırmızı gülleri uzatmaktadır sevdiği kadına. Beyaz kâğıt “barış”ı, kırmızı güller onun kana bulanmasını mı simgelemektedir bilinmez ama bu son, zihnimizde tüm gidişlerin simgesi haline gelir. Zamansız giden tüm o güzel adamlar, zamansız giden güzel kadınlara güller uzatacaktır bundan böyle.
Fotoğrafta olduğu gibi öykü ve romanda da “bulanıklık, bir alçak gönüllülük ve insancılık okuludur,” der Samih Rıfat. Fotoğraf da, öykü ve roman da bu yolla dünyanın görmek istediğimizden her zaman daha az açık seçik olduğunu anımsatır bize. Milan Kundera bunu, “belirsizliğin bilgeliği,” olarak kodlamıştır. Bu noktada Düşünsel’in bulanıklıktan yararlandığı, belirsizliğin bilgeliğini öykülerine başarıyla yansıttığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Zaten politik olanın yüksek sesle, bağırılarak aktarılması, onu, hayata dışarıdan dayatılan sanal bir gerçekliğe indirgeme tehlikesini içinde barındırır. Kaldı ki yaşadığımız topraklarda direnişin, politik olanın, ve yaşamın en sıradan hallerinin nasıl da bir bütün olduğunu hepimiz bilmekteyiz. Okuduğumuz öykülerde bu bütünlüğün olabildiğince başarılı yansıtıldığı çok örnek mevcut.
“O Saat Artık Çalmayacak” öyküsünde olduğu gibi doğa betimlemelerinin ve politik alanın biraz geri çekildiği, yerini gündelik yaşama bıraktığı öyküler de mevcut kitapta. Sıradan olanın estetik erdemlerini hatırlıyoruz bu satırlarda. Güçlü bir gözlem ve sağlam bir kurguyla -sürpriz sonu unutmayalım- bu öyküler kitaba güç katmış.
Sonlara doğru “İpek Böceği Kozaları” ile başlayan ama aralarına zekice, soluk aldırma amaçlı yerleştirilmiş kısa öyküler olan altı öykü hem birbirinden bağımsız ve hem de bütün olarak okunabilir. Ayrıca hacimleri ve içerikleriyle kitaba ağırlık kazandırıyor. 1798’de Kırım’dan sürülen aileden kalan tek şeyle, altı adet ipek kozasıyla başlayan bu seri Toroslar’daki köy evinde Aşık Virâni şiiriyle noktalanıyor. Babadan kalma, yıllar önce terk edilmiş değirmeni yeniden faal hale getirmeye çalışan Şahin, bu çabasıyla geçmişin üzerindeki sisi dağıtıp ve kendisini ziyarete gelen arkadaşları Baran ile Sinan arasında gizli kalmış hesaplaşmayı da açığa çıkartıyor.
Belki öykülerin kitaptaki sıralaması farklı olabilirdi diye geçti aklımdan. Benimki kişisel bir tercih elbette.
Sonuç olarak Kırık Patika’yı okumak yolda olmak gibi bir duygu. Öyle hafifletici, öyle heyecan verici ve öyle sıcak. Üstelik bizi uzağa değil, aksine en yakına taşıyacak bir yol bu; kendimize!
______________
*Paul Celan

1 Haziran 2016 Çarşamba

YÜREK TAŞI



Murad Canşad arkadaştan aldığım değerli hediyenin hikâyesi...



...
..
.
“Bu taşı havalandırmada, duvar dibinde bir arkadaşım buldu. Bir kalp taşıyordu. Taşıdığı şeyin şeklini almıştı. Kalp şeklindeydi.

(Bence bir kalp taşıdığı için hapishane duvarına dayanak olmak istememiştir.)

O arkadaşım bu taşla epeyce uğraştı. Yerlere, kapılara sürdü; tamı tamına kalp şekline kavuşturdu. Sonra bir iğne ile yukarıdan hafifçe deldi. İğne ile kuyu kazmadı, taş deldi! Bir halka takıp taşı kolye haline getirdi.

Arkadaşım resimle ilgili olduğu için hafta içi bazen resim atölyesine gidiyor. Taşı götürüp orada Japon yapıştırıcısı yapıştırdı. Daha parlak olsun diye. Bir arkadaş gidip dokunuyor ve parmak izleri kalıyor. Dokunmakta haklı mı? Belki haklı belki haksız… Ben de dokunurdum! Böylesi sıra dışı bir taşı merak etmemek mümkün mü?..

Bunun üzerine arkadaşım taşı silmeyip verniğe(resim verniği) batırdı. Verniği ince olduğundan bir süre sonra tekrardan batırdı. Ve kimseler dokunmasın diye itinayla nöbetini tuttu! Sonrasında getirip bana verdi. Birilerine hediye diye…

Bu taş komodinimin yanında kaç aydır bekliyor. Kimi bekliyor, bilmiyorum. Ben bilmiyorum, meğerse o biliyormuş! Kırık Patika’nın çıkmasını bekliyormuş. Oradaki hikâyeleri okumamı… Meğerse bu taş otobüs bekler gibi senin mektuplarını bekliyormuş. Onlardan birisine atlayıp İstanbul’a gelmeyi… Öyle olmasaydı beton bloklardan kaçmayı başarmışken benim komodinimin yanında ne diye uslu uslu dursun ki?

Sevgili Ümran, o taşı gönderiyorum. Sarayburnu’nda, sahil boyunca dolaştırırsın. Erguvanlar ile tanıştırırsın bahar zamanı. Bir de kedilerinle…

Çalışmalarında başarılar diliyorum.

Ez to rê selam û hûrmetê xo vana. Pisînganê tor rê ..(okuyamadım son iki harfi)
(Selam ve hürmetlerimi gönderiyorum. Kedilerine de…)

Murad Canşad

16 Ocak 2016 Cumartesi

Kırık Patika Evrenin Her Yerindedir




Cezaevinden Kırık Patika'ya gelen mektuplardan...
 *
Heval Ümran merhaba;

“Herkes kendisinden başka şeylerin peşindedir. Hep kendisinin ötesine gitme hayalindedir,” der Montaigne.

Kırık patikalar insanı insana tanıtır. İç evrenine yöneltmeyi bilen bir serüven dizisi. Soran, sorgulatan, düşün düşlerle buluşmasıdır. Bir başka deyişle, düşün aşkla, aşkın bilinçle harmanlanmasıdır. Zengin bir imge gücüyle okuyucuyu bir diyardan başka diyara sürükler. Kelebeğin kanadında terennüm eden bir şarkı. Kelebek kanadında gezintiye çıkarsın. Her yerdesin ama hiç bir yere ait değilsin. Çünkü Kırık Patika evrenin her yerindedir.Bunun için Kırık Patika ulaşmak isteyip de ulaşamadığın her yerde seni bekler gibidir.Çokca da özlem. Adeta çingenenin diyar özlemi. Ya da bir Çingene kızının esmerliği.

Çingeneler yurtsuzdur ama dünyalıdır. Esmerlikleri tüm yollarda uzanmıştır. Bunun için tüm yollar onlardan sorulur. Evreni bohçalarında taşırlar başka bir ifadeyle. Onların o kadar ezilmişlikleri bundandır. Horlanmış, kovulmuş, dövülmüşler. Güzel olan, hakikat peşinde olan ve evrensel olanın yadırganması bundan değil midir? Kırık Patikalar tam da Çingene bir kızın esmerliğini anlatır. Çünkü yüzünün renginde herkesin anlatılacağı bir özlemi vardır. Her özlem yarını bugüne, bugünü de yarına bağlama inancıdır. Kırık Patika herkes anlatır gibidir. Çokça kovulmuş olanların yeniden kendini bulma özlemidir.

Aman ha! Özlem düşmesin. O düşerse Çingene kızın yüzüne hüzün düşer.

Hesiodos’a göre önce kaos vardı. Aşk düzeni sağladı. Dolayısıyla Kırık patika insanda önce bir kaos yaratır. Bir metafor. Tıpkı Terzi Hermes’in labirentlerden Zühal Yıldızı’na ulaşma, yani ışığa ulaşma şavkıdır. Kırık patika da böyle bir şeydir. Eline aldın mı bir daha bırakmak istemezsin. Sen istesen de o seni bırakmaz. Nasıl bıraksın? Tıpkı yaşlı Ermeni’nin neye olan aşkı gibidir. Çünkü neyzen neyi bırakırsa o zaman da aşk üşüyecektir. Kırık patika aşkın sıcaklığıdır diyebiliriz.

Tek kelimeyle bu duyguları bana yaşattığınız için yüreğinize sağlık.

Hep mavice çoğalın.

Saygılarımla

Şemsettin Özer
T-Tipi Kapalı Cezaevi/ A-15
Bafra / Samsun

Fotoğraf: Okan Akan/ Hollanda'da patika ve Patika

1 Haziran 2015 Pazartesi

Ömer Turan röportajı


'Ölüm bir ‘gövde’ olunca anlam biçilmez de ne yapılır ki?'

Ümran Düşünsel’in öykü kitabı “Kırık Patika”, kısa bir zaman önce Babek Yayınları’ndan çıkarak okurla buluştu. Aynı zamanda radyo oyunu yazarı da olan Düşünsel ile son kitabını konuştuk.
 ...
 
 

21 Mayıs 2015 Perşembe

Hüzünlü ve gizemli bir yolculuk/ Adil Okay




Son yıllarda öykü’nün benden, benim de öyküden koptuğumu sanıyordum. Şiir ve roman okumak beni daha çok doyuma ulaştırmaya başlamıştı. Tabi plastik sanatlar ve sinema da sanattan aldığım gıdamı karşılamaya yetiyordu. Bir insan ömrüne kaç kitap sığdırabilir ki deyip seçici davranıyordum. Ancak arka arkaya okuduğum öykü kitapları bana yanıldığımı gösterdi. Şimdi elimde Ümran Düşünsel’in “Kırık Patika” adlı öykü kitabı var. Kitap elime geçtikten sonra “ilk öyküye göz atayım sonra sıraya koyarım” dedim. Dedim ama kitaptaki ilk öykü “Ölüağaç” fikrimi değiştirmeme yetti. Hemen -sıradaki diğer kitaplara haksızlık olsa da- okumaya başladım.

İkinci öykü “Ağlayan kayalar”ı bitirdikten sonra kimmiş bu yazar,nerede biriktirmiş, sözcükleri damıtmak için kaç on yıl çalışmış, bu kaçıncı kitabıdır, nasıl gözümden kaçmış diye düşünerek döndüm biyografisine baktım. Yazar biyografisinde bu sorularımı tam olarak yanıtlamamış. Demek okuyucuya bırakmış.

Ümran Düşünsel, “Kırık Patika” adlı öykü kitabında Durum öyküsünden, Karakter öyküsüne, Minimal öyküden Epizot ve Anlatı’ya, 3. Tekil şahıstan, 1. Tekil şahısa kadar her denemeyi yapmış. (Keşke minimal öykülerini ayrı bir dosyada toplasaydı.) Ve hepsini de -kendi üslubunu yaratarak- başarmış.Yeni birleşik kelimeler, kullanılmamış imgeler türeterek. Tabi imge türeteceğim diye ağdalı metin tuzağına düşmemiş. “İmge salatası”na dönüştürmemiş öykülerini. Muhtemelen, “anlam ve dil”, ikisi uyum içindeyse başarılı olunur diye düşünmüş. Biçim balyozu altında anlamı yitirmemiş. Anlam diyerek biçimi ihmal etmemiş.

Romanın tarihi kısadır. 200-250 yıl geriye gidebiliriz en fazla. Ama Öykü deyince binlerce yıldan söz ederiz. “Kabil ile Habil”i de ilk öykülerden sayabiliriz. Ninemizin mesellerini de. Çağdaş kısa öykü deyince Fransa’da Balzac, ABD’de Poe, Rusya’da Gogol veTurgenyev, İngiltere’de O Henry ilk aklıma gelenler. Modern kısa öykünün babası Poe’dur. Ama Çehov dünyayı etkilemiştir.Türkiye deyince ilk ustalardan Ömer Seyfettin, Sabahattin Ali veSait Faik’i sayabiliriz. Ümran Düşünsel kimlerden beslenmiş diye düşündüm. Ama çözemedim. Saydığım bu yazarlar bir döneme damga vurmuş, Türkiye’de öykü bayrağını göndere asmış olsalar da Düşünsel’in üslubu farklı.

Edebiyatta–genellikle- “kış bitti, yaz geldi” demek yerine dolaylı, çağrışımlarla mevsimlerin değişimi anlatılmalıdır. Ya da“aşk” veya “yoksulluk” dolaylı betimlenmişse o yazar“olmuştur” denilir. Yine çağdaş öykü’de mecbur kalınmadıkça sadece “çiçek” veya “kuş” denmez. Onları ön ekle betimlemeniz gerekir. Ayrıca Afrika’da yaşayan bir kuş- çiçek türünü Asya’da yaşatamazsınız. Üzüm veya pamuk toplayıcılarını kış mevsiminde çalışırken betimlerseniz bütün öykü çöker. Tarih filmlerinde kahramanın kolunda saat veya arkada elektrik direklerinin görünmesi gibi komik olur yazdığınız. Tabi yazdığınız fantastik, komedi ya da bilim kurgu değilse. Düşünsel, bütün bunlara kafa yormuş. Titizlikle çalışmış. Örneğin okuyucuya “deniz”i çağrıştıracağını bildiğinden, balkonunun demirine tüneyen “Martı”dan sözedince arkasından eklemiş: “Denizuzak, çöp yok.”


Demem o ki yazar, “İlham geldi, yazdım bıraktım” dememiş. O “ilham”ın yazdırdığı taslak üzerinde laboratuar çalışması yapmış. “Yağmur” diye geçmemiş: “Üçikindivişneçiçeği yağmurları”demiş. “Güz’ü ürkütüp damağını kaldırtmış. ”Kardelenler dememiş, ön sıfat eklemiş “Mavi kardelenler” diye betimlemiş karda açan çiçekleri. Yeşil yerine “petrol yeşili”, Kolye yerine “Mavi kuvars kolye”, kuş yerine, “Dengbej kuşlar”, “Mahzun serçe kuşları”, “Bir çift saksağan”, yine çiçek yerine, “Direnişteki kiraz çiçekleri”, “Papatya çiçeği”, “Sütleğen”,“Kekik demeti”, “İğde çiçekleri”…

Ümran Düşünsel’de zaman, takvim yapraklarıyla anlatılmıyor. Doğanın değişen yüzüyle betimleniyor. Öyle ya bu kullandığımız“zaman”, “takvim” kime göre, neye göre belirlenmiş. Doğanın zamanına ne kadar uymuş. Yazar bana bunları yeniden sorgulattı: Birkaç bölüm aktarayım ne demek istediğim anlaşılsın:

Mevsim hırsızlığını gelenekselleştirmiş bahar yazdan, yaz da güzden aşırmıştı bir miktar…”
Baharın koynuna alıp eritmeye başladığı kış, patikanın iki yanından yol açmış, vuslata ermek üzere nehre koşuyordu. Yoluna çıkan her otu, her çiçeği ıslak ıslak öpmeyi de ihmal etmiyordu.”S. 38-39
Kışa koşan sonbaharın soluk almak için durduğu günlerden birisiydi…”s.42
Mandalinayı budamakta geç kalmıştı işte, yine tomurcuğa durmuştu” s.58
Taze börülcenin bile ağlattığı günlerdi. Kendisine saklanmış yağmuru bekliyordu. Öyle kırkikindileri değil, sağnak,soluksuz…” s. 66
Ben ineyim, gün ağaracak neredeyse, bu saatte çare bile uykudadır”s.93

Betimlemeler müthiş değil mi? Şiirsel de diyebilirsiniz. Öyle ya artık sanat disiplinleri birbirini etkileyerek gelişiyor. Şiir denemeyle, öyküyle, fotoğrafla, fotoğraf sinemayla, sinema tiyatroyla ve bütün bunlar da plastik sanatlarla iç içe.

Düşünsel sadece dilde değil kurguda da başarılı: Birbirinin devamı sayılan Kırık,Yamalı, Bombalanmış Patika üçlemesi, Hapishane, Sürgün, intihar, doğa temaları o denli başarılı –doğal işlenmiş ki hayran olmamak elde değil. İyi de bu kadar başarılı öykülerin toplandığı “Kırık Patika” neden eleştirmenlerin dikkatini çekmemiş  diye sormadan geçemiyor insan. (Hakkında yazanları tenzih ediyorum) Ben bir eleştirmen değilim. Kendi halimde öykü yazarıyım ve kırk yıllık öykü okuyucusuyum. Dolayısıyla benden çok, yazar Şaban Akbaba’nın ifadesiyle: “Köküne kıran girmiş öykü eleştirmenleri”nin keşfetmesi gereken bir yazar Ümran Düşünsel.

Öykülerin hemen hepsinden aforizmalar, şiirsel metinler, başarılı metaforlar aktarmak – alıntılamak mümkün. Ama her okuyucu kendi feneriyle ruh haline yakın bölümü seçecektir okurken. O bölümleri daha çok sevecektir. Ben seçmekte zorlandım. Dehşet’i yalın biçimde betimlediği, “kader”i sorguladığı “Su aldı”öyküsünden bir bölüm paylaşıp gerisini okuyucuya bırakmak istiyorum:

Çukura Binbir Gece Masallarını, bez bebeğini, bir de çikolatanın yaldızını koydu. Geceliğinin küllerini nehre vermişti zaten. El yordamıyla çukuru kapattı. Tam o anda, işte o anda bulut uyanıp kaçtı apar topar. Ay yine düştü nehre. Kalktı Aygül. (…)Nehre girdi. Aya doğru yürüdü. Su hem serindi hem de derindi. Bıraktı kendini ayın koynuna. Su aldı götürdü.”

Sonuç olarak Kırık Patika’yı sadece öykü severlerin değil aynı zamanda öykü yazarlarının da okumasını tavsiye ediyorum. Ümran Düşünsel’i de kutluyorum. Beni dağlarda, kırlarda, kasabalarda, nehirlerde rüzgârların, kuşların, çiçek tozlarının kanatlarında, kâh hüzünlü, kâh gizemli bir yolculuğa çıkardığı için.

Adil OKAY- 21 Mayıs2015/ Cumhuriyet Kitap'da yayınlanmıştır.

Hüzünlü ve gizemli bir yolculuk/ Adil Okay


Son yıllarda öykü’nün benden, benim de öyküden koptuğumu sanıyordum. Şiir ve roman okumak beni daha çok doyuma ulaştırmaya başlamıştı. Tabi plastik sanatlar ve sinema da sanattan aldığım gıdamı karşılamaya yetiyordu. Bir insan ömrüne kaç kitap sığdırabilir ki deyip seçici davranıyordum. Ancak arka arkaya okuduğum öykü kitapları bana yanıldığımı gösterdi. Şimdi elimde Ümran Düşünsel’in “Kırık Patika” adlı öykü kitabı var. Kitap elime geçtikten sonra “ilk öyküye göz atayım sonra sıraya koyarım” dedim. Dedim ama kitaptaki ilk öykü “Ölüağaç” fikrimi değiştirmeme yetti. Hemen -sıradaki diğer kitaplara haksızlık olsa da- okumaya başladım.

İkinci öykü “Ağlayan kayalar”ı bitirdikten sonra kimmiş bu yazar,nerede biriktirmiş, sözcükleri damıtmak için kaç on yıl çalışmış, bu kaçıncı kitabıdır, nasıl gözümden kaçmış diye düşünerek döndüm biyografisine baktım. Yazar biyografisinde bu sorularımı tam olarak yanıtlamamış. Demek okuyucuya bırakmış.

Ümran Düşünsel, “Kırık Patika” adlı öykü kitabında Durum öyküsünden, Karakter öyküsüne, Minimal öyküden Epizot ve Anlatı’ya, 3. Tekil şahıstan, 1. Tekil şahısa kadar her denemeyi yapmış. (Keşke minimal öykülerini ayrı bir dosyada toplasaydı.) Ve hepsini de -kendi üslubunu yaratarak- başarmış.Yeni birleşik kelimeler, kullanılmamış imgeler türeterek. Tabi imge türeteceğim diye ağdalı metin tuzağına düşmemiş. “İmge salatası”na dönüştürmemiş öykülerini. Muhtemelen, “anlam ve dil”, ikisi uyum içindeyse başarılı olunur diye düşünmüş. Biçim balyozu altında anlamı yitirmemiş. Anlam diyerek biçimi ihmal etmemiş.

Romanın tarihi kısadır. 200-250 yıl geriye gidebiliriz en fazla. Ama Öykü deyince binlerce yıldan söz ederiz. “Kabil ile Habil”i de ilk öykülerden sayabiliriz. Ninemizin mesellerini de. Çağdaş kısa öykü deyince Fransa’da Balzac, ABD’de Poe, Rusya’da Gogol veTurgenyev, İngiltere’de O Henry ilk aklıma gelenler. Modern kısa öykünün babası Poe’dur. Ama Çehov dünyayı etkilemiştir.Türkiye deyince ilk ustalardan Ömer Seyfettin, Sabahattin Ali veSait Faik’i sayabiliriz. Ümran Düşünsel kimlerden beslenmiş diye düşündüm. Ama çözemedim. Saydığım bu yazarlar bir döneme damga vurmuş, Türkiye’de öykü bayrağını göndere asmış olsalar da Düşünsel’in üslubu farklı.

Edebiyatta–genellikle- “kış bitti, yaz geldi” demek yerine dolaylı, çağrışımlarla mevsimlerin değişimi anlatılmalıdır. Ya da“aşk” veya “yoksulluk” dolaylı betimlenmişse o yazar“olmuştur” denilir. Yine çağdaş öykü’de mecbur kalınmadıkça sadece “çiçek” veya “kuş” denmez. Onları ön ekle betimlemeniz gerekir. Ayrıca Afrika’da yaşayan bir kuş- çiçek türünü Asya’da yaşatamazsınız. Üzüm veya pamuk toplayıcılarını kış mevsiminde çalışırken betimlerseniz bütün öykü çöker. Tarih filmlerinde kahramanın kolunda saat veya arkada elektrik direklerinin görünmesi gibi komik olur yazdığınız. Tabi yazdığınız fantastik, komedi ya da bilim kurgu değilse. Düşünsel, bütün bunlara kafa yormuş. Titizlikle çalışmış. Örneğin okuyucuya “deniz”i çağrıştıracağını bildiğinden, balkonunun demirine tüneyen “Martı”dan sözedince arkasından eklemiş: “Denizuzak, çöp yok.”


Demem o ki yazar, “İlham geldi, yazdım bıraktım” dememiş. O “ilham”ın yazdırdığı taslak üzerinde laboratuar çalışması yapmış. “Yağmur” diye geçmemiş: “Üçikindivişneçiçeği yağmurları”demiş. “Güz’ü ürkütüp damağını kaldırtmış. ”Kardelenler dememiş, ön sıfat eklemiş “Mavi kardelenler” diye betimlemiş karda açan çiçekleri. Yeşil yerine “petrol yeşili”, Kolye yerine “Mavi kuvars kolye”, kuş yerine, “Dengbej kuşlar”, “Mahzun serçe kuşları”, “Bir çift saksağan”, yine çiçek yerine, “Direnişteki kiraz çiçekleri”, “Papatya çiçeği”, “Sütleğen”,“Kekik demeti”, “İğde çiçekleri”…

Ümran Düşünsel’de zaman, takvim yapraklarıyla anlatılmıyor. Doğanın değişen yüzüyle betimleniyor. Öyle ya bu kullandığımız“zaman”, “takvim” kime göre, neye göre belirlenmiş. Doğanın zamanına ne kadar uymuş. Yazar bana bunları yeniden sorgulattı: Birkaç bölüm aktarayım ne demek istediğim anlaşılsın:

Mevsim hırsızlığını gelenekselleştirmiş bahar yazdan, yaz da güzden aşırmıştı bir miktar…”
Baharın koynuna alıp eritmeye başladığı kış, patikanın iki yanından yol açmış, vuslata ermek üzere nehre koşuyordu. Yoluna çıkan her otu, her çiçeği ıslak ıslak öpmeyi de ihmal etmiyordu.”S. 38-39
Kışa koşan sonbaharın soluk almak için durduğu günlerden birisiydi…”s.42
Mandalinayı budamakta geç kalmıştı işte, yine tomurcuğa durmuştu” s.58
Taze börülcenin bile ağlattığı günlerdi. Kendisine saklanmış yağmuru bekliyordu. Öyle kırkikindileri değil, sağnak,soluksuz…” s. 66
Ben ineyim, gün ağaracak neredeyse, bu saatte çare bile uykudadır”s.93

Betimlemeler müthiş değil mi? Şiirsel de diyebilirsiniz. Öyle ya artık sanat disiplinleri birbirini etkileyerek gelişiyor. Şiir denemeyle, öyküyle, fotoğrafla, fotoğraf sinemayla, sinema tiyatroyla ve bütün bunlar da plastik sanatlarla iç içe.

Düşünsel sadece dilde değil kurguda da başarılı: Birbirinin devamı sayılan Kırık,Yamalı, Bombalanmış Patika üçlemesi, Hapishane, Sürgün, intihar, doğa temaları o denli başarılı –doğal işlenmiş ki hayran olmamak elde değil. İyi de bu kadar başarılı öykülerin toplandığı “Kırık Patika” neden eleştirmenlerin dikkatini çekmemiş  diye sormadan geçemiyor insan. (Hakkında yazanları tenzih ediyorum) Ben bir eleştirmen değilim. Kendi halimde öykü yazarıyım ve kırk yıllık öykü okuyucusuyum. Dolayısıyla benden çok, yazar Şaban Akbaba’nın ifadesiyle: “Köküne kıran girmiş öykü eleştirmenleri”nin keşfetmesi gereken bir yazar Ümran Düşünsel.

Öykülerin hemen hepsinden aforizmalar, şiirsel metinler, başarılı metaforlar aktarmak – alıntılamak mümkün. Ama her okuyucu kendi feneriyle ruh haline yakın bölümü seçecektir okurken. O bölümleri daha çok sevecektir. Ben seçmekte zorlandım. Dehşet’i yalın biçimde betimlediği, “kader”i sorguladığı “Su aldı”öyküsünden bir bölüm paylaşıp gerisini okuyucuya bırakmak istiyorum:

Çukura Binbir Gece Masallarını, bez bebeğini, bir de çikolatanın yaldızını koydu. Geceliğinin küllerini nehre vermişti zaten. El yordamıyla çukuru kapattı. Tam o anda, işte o anda bulut uyanıp kaçtı apar topar. Ay yine düştü nehre. Kalktı Aygül. (…)Nehre girdi. Aya doğru yürüdü. Su hem serindi hem de derindi. Bıraktı kendini ayın koynuna. Su aldı götürdü.”

Sonuç olarak Kırık Patika’yı sadece öykü severlerin değil aynı zamanda öykü yazarlarının da okumasını tavsiye ediyorum. Ümran Düşünsel’i de kutluyorum. Beni dağlarda, kırlarda, kasabalarda, nehirlerde rüzgârların, kuşların, çiçek tozlarının kanatlarında, kâh hüzünlü, kâh gizemli bir yolculuğa çıkardığı için.

Adil OKAY - 21 Mayıs2015/ Cumhuriyet Kitap'da yayınlanmıştır.